Murat Turan

Atatürk'ün Gözleri – 2007

Eğer Arap harflerini okuyamıyorsak eserle karşılaştığımızda muhtemelen ilk işimiz, Atatürk imgesinin altında ne yazdığını öğrenmeye çalışmak olacaktır. Bu da çok doğal, çünkü daha ilk bakışta Atatürk imgesi ve altındaki Arapça ibarenin arasında kurulan ilişkinin resmin merkezine oturduğunu algılayabiliyoruz. Bu grafik ikili, hiçbir gereksiz çabayla zaman kaybetmeden, renk, estetik gibi fazlalıklarından arınmış biçimde birbirlerini işaret etmektedir. Extramücadele sıklıkla ders kitabından fırlamış gibi duran bu tür "pedagojik" imgeleri alışıldık ortamlarından çıkartıp farklı nesne ve kavramlarla ilişkiye sokmaktadır. Bu eserdeki Atatürk imgesini de geriye doğru, kendi bildik, güvenli ortamına taşıdığımızı hayal edebiliriz. Eski tarihli bir alfabe kitabına yerleştirebiliriz mesela, "A" harfini tanıtan imgenin altında "Ata" yazabilir. Veya bir askeri lise kitabında yer alabilir, "Lider" başlıklı bir yazıya eşlik edebilir. Ama biliyoruz ki Extramücadele'nin "İnsan" adlı eserindeki bu imge, artık geriye dönülmez biçimde alışık olduğu zemini kaybetmiştir. Normalde gözü kapalı yerine getirdiği öğretici, belletici, caydırıcı işlevlerini sürdürüp sürdüremeyeceği şüphelidir burada. O artık bir sanat galerisinin duvarında, bir kültür-sanat sayfasının kenarında, bir nevi gurbette gibidir. René Magritte'in, altında "bu bir pipo değildir" yazan pipo imgesi gibi, altındaki ibareyle gerilimli bir ilişkiye girmek üzeredir.

Bu eserin Arapça okuyamayan izleyicisi olarak, Arapça ibarede ne yazdığını henüz öğrenmediğimizi varsaydığımız bir ana odaklanmak istiyorum. Harfleri oluşturan çizgilerin Atatürk imgesinin çizgilerinden pek farkları yok gibi görünüyor, desenin bir devamı sayılabilirler. Oysa öyle olmadığını içten içe biliyoruz. Harfler bir anlam dünyasına işaret etmektedir ve söz ağırlığını koyduğu anda işin rengi değişecektir. Burada sözün ifade bulduğu harflerin Arapça olması, gerilimi bir kat daha artırır. Atatürk imgesi, kitaplardan sürüp yasakladığı bir alfabenin harflerinin insafına bırakılmış gibidir. Hatta belki de imgenin kutsallığı, Arap harflerinin taşıdığı dini kutsallıkla boy ölçüştürülmek üzere bir tuzağa doğru sürüklenmektedir.

Arapça harflere anlamaz gözlerle baktığım bir anın hayalini kurup bu anı aklımda evirip çevirmekten neden hoşlandığımı bilemiyorum. Belki böyle bir anı hiç hatırlamadığım içindir. Birçok izleyicisi için geçerli olduğunu tahmin ettiğim gibi benim için bu eser, Atatürk imgesinin altında "insan" yazdığını öğrendiğim an "başlamıştır". Sanırım bu eseri gördüğümde sanatçı yanımdaydı, belki de Atatürk imgesinin altında ne yazdığını kendisi söylemişti bana. O an imge ile söz eşleşmiş, yüzleşmiş, neredeyse çarpışmış olmalı. Ve o andan itibaren zihnimdeki tartışma, kavramsal bir zemine taşınmıştır. Diğer tüm izlenimler -Atatürk'ün yüz ifadesi, sözün Arapça oluşu bile- daha az önemsenir artık, çünkü söz ağır basmıştır. Artık burada sorulan, "bu eşleşmenin (Atatürk = İnsan) anlamı ne?" olacaktır. Belki bazıları "bu eşleşmeyi yapanın niyeti ne?" veya düpedüz "bu eşleşme doğru mu?" sorusunu soracaktır. Bu soruların cevapları belirgin değildir. Hatta birbirleriyle çeliştiği halde hepsi de doğru gibi gözüken türlü cevapları olabilir: Atatürk insan mıdır? Elbette. Peki ya buradaki imge? Bir beyin yıkama aygıtının emrinde kanı canı çekilinceye kadar kopyalanıp hoyratça deforme edilen bu imge, ne kadar "insandır"? Söylemek zor. Acaba sanatçı, imgenin insan olma halinden -ve bir bakıma kendi gerçekliğinden- ne denli uzak düştüğünü mü göstermektedir bize? Bu durumda gerçekçi ve hümanist vurguları olan bir tavırdır bu, Atatürk'ün otoriter bir figür olarak kutsallaştırılmasına getirilmiş bir eleştiridir.

Öte yandan Ressam Bedri Baykam, sanatçının tutumunu bir "sinsi saldırganlık" olarak yorumlar (2005, Cumhuriyet.) Baykam'a göre sanatçı şunu demektedir: "İşte sonuçta Atatürk de altı üstü diğerleri gibi herhangi bir insan." Yani bu eserde Atatürk "insan" olarak tanımlanarak bir nevi aşağı çekilmek, önemsizleştirilmek, sıradanlaştırılmak istenmektedir ve bunun ardında sanatçının kötücül niyetleri vardır. Baykam'ın bu algısını bir izlek olarak kabul edip biraz hayal gücüyle daha ileriye taşımak istiyorum. Baykam'ın üzerinde durmadığı Arapça harfleri de dahil ederek yoruma bambaşka bir boyut katabiliriz: Bu yazının bir yerinde dile getirdiğimiz endişe, gerçek olmuştur. Atatürk imgesi, bir zamanlar aforoz ettiği Kuran-ı Kerim harfleri üzerinden dini bir kutsallıkla yüzleştirilmektedir. Baykam'ın sözünü ettiği "Altı üstü bir insan!" vurgusu davudi bir ton kazanır. Ölümsüz Atatürk'e fani bir insandan ibaret olduğu, bizzat ezeli ve ebedi güç tarafından hatırlatılmaktadır.

Aslında bu yazıda bir süredir hayli temelsiz bir niyet okuma uğraşının içinde olduğumuzun farkında olmak lazım. Zira Extramücadele'nin bu eserinde Atatürk/insan eşleşmesi, insanı işkillendirecek ölçüde nesneldir. Atatürk'e hepten kayıtsız biri, belki de bir uzaylı, gözü kaşı kulağı olan bu nesneyi "insan" diye tanımlayıvermiştir. Bu "insan" tanımına kimse itiraz edemez. Atatürk'ün iyiliği, kötülüğü, başarısı veya başarısızlığı üzerine tartışmalar da "Atatürk insandır" tanımıyla donup kalmıştır. Ama sadece belirli bir süre için. Çünkü biz bir uzaylı gibi kayıtsız kalamayız Atatürk'e. Kendisine yönelik olumlu veya olumsuz tutumlarımız, duygusal veya entellektüel birikimlerimiz er ya da geç harekete geçecek, bizi bu eseri tartışmaya, yorumlamaya ve pozisyon almaya zorlayacaktır. Bedri Baykam bu esere yaptığı yoruma şöyle bir cümle eklemek gereğini hissetmiştir: "İşte benim gibi 'ahmaklar' böyle alınganca algılıyorlar bu zeki gencimizi." Sanırım Baykam da, içerdiği "belirsizlik" sayesinde farklı yorumlara olanak tanıyan bir yapıtla karşı karşıya olduğunun farkındaydı. Umberto Eco, tam da bu tanıma uyan modern eserleri "açık yapıt" olarak nitelemekte, modern ve geleneksel sanatın köklü farkını açıklayan bir kavram olarak kullanmaktadır. Eserin izleyicisiyle arasında dinamik etkileşim alanları açan belirsizliği, yoruma açıklığı, "açık yapıt" düşüncesinin temelini oluşturmaktadır. Ancak Baykam, bu eserdeki yoruma açıklıktan hoşlanmışa benzemez. Extramücadele'yi "sinsilikle", "açık sözlü olmamakla" suçlar. Burada karşımıza çıkan, modern sanata özgü çokanlamlılık, Baykam'a göre Cumhuriyet değerlerini bir kavram kargaşasında boğup yok etmeyi görev edinen sanatçının ardına gizlendiği bir "kurnazlıktır". Oysa bir köktendinci sanatçı, Atatürk imgesinin altına "Deccal" yazmış olsaydı, belki de bu Baykam'ın tebrik edeceği bir açık sözlülük olacaktı. Bu aynı zamanda geleneksel bakış açısıyla uyumlu olurdu, çünkü "bizler" Atatürk imgesini onurlandırıp yüceltirken elbette "düşmanlarımız" da -YouTube'da olduğu gibi- imgeyi esir alıp ona eziyet etmek isteyecekti.

Açık yapıtların izleyicileri eserle verimli bir etkileşime girer, her izleyici kendi deneyim ve yorumlarıyla eserin bir uzantısı, tamamlayıcısı haline gelebilir. Aslında Bedri Baykam da eserin açık kapısından içeri girmiş ve kendi deneyimini yaşamış görünüyor, ancak o, ardındaki açık kapıyı kapatmakta ısrarlıdır. O yorumuyla, sanatçının gizlediği gerçek kötücül niyeti -ki bu eserin de gerçeğidir ona göre- deşifre ettiğine inanır ve sanatçının da bu gerçeği itiraf etmesini talep eder. Varmak istediği noktada Baykam'ın yorumu artık bir yorum değil, bir gerçek sayılacak; farklı anlam ve yorumlara baskın gelerek onları gereksiz ve etkisiz kılacaktır. Foucault'nun şu sözleri, burada daha bir anlaşılır oluyor: "... göstergelerin özgün ve gerçek olarak varolduğuna inanmak, yorumun ölümü demektir. Buna karşıt olarak, yorumun yaşamı, sadece yorumların varolduğuna inanmaktır."

Extramücadele'nin "İnsan" adlı eseri için bir yazı kaleme almam söz konusu olduğunda işin dijital görüntüsünü bilgisayarımda açıp seyretmeye başladım. Bu esnada sıklıkla Atatürk'ün gözlerine takılıp kaldığımı farkettim. Oysa birkaç yıl önce eseri ilk görüşümde gözlerin garipliği üstünde fazla durmamıştım. Atatürk/insan yakıştırmasıyla oyalanmıştım daha çok. Sanırım Atatürk imgesindeki bozukluklar bana kabul edilebilir gelmişti, çünkü gerçek yaşamımızda da etrafımız, -pekala tahammül ettiğimiz- olağanüstü bozuk Atatürk imgeleriyle doluydu. Ama bu sefer daha farklı bir dikkatle bakmaktaydım bu gözlere. Gözbebekleri, sanki yok gibiydiler veya korku filmlerindeki yaşayan ölülerin gözleri gibi beyaza dönüşmüşlerdi. Birazdan gözlerinden ışınlar saçmaya hazırlanan bir süper kahramanın gözleri de olabilirdiler. Bir taraftan hala imgeye bir de gözlerimi kısarak bakıyor, bu gözlerin grafik hoşgörüye sığınarak kabul edilebilir olup olmadığını sınıyordum. Yoksa sağa doğru mu bakıyorlardı? Karar veremiyordum. Atatürk'ün gözleriyle kurduğum bu gelgitli ilişki, aynı zamanda benim Atatürk imgesine karşı olan duygusal tutumumun değişkenliğine de işaret ediyordu. Onun gözlerine bakıp niyetini anlamaya çalışmak, bana çok ufak bir çocuğun babasının gözlerine odaklanarak onun birazdan kötü bir canavara dönüşüp dönüşmeyeceğini endişeyle beklediği bir anı düşündürüyordu. Sırtında pelerini, beyaza dönmüş gözleriyle gündüzleri yattığı tabuttan kalkıp gelen vampir fantezisi, "arkamdan neler çeviriyorsunuz" dercesine omzundan geriye doğru bakmakta olan, haksızlığa uğramış bilge bir liderin görüntüsüne karışıyordu. Bu karşıt değerli algı, zarar görme endişesi ve zarar verme arzularının suçluluk duygularıyla at başı gittiği bir depresyonu ortaya koymaktaydı.

Melanie Klein depresyonda bir potansiyel, bir nevi umut görür. Kendimiz ve nesnelerle ilgili algımızda, iyi ve kötünün birarada bulunmasını kabullenememekten duyduğumuz acılar, aynı zamanda daha gerçekçi bir algıya -bir bütünleşmeye- doğru atılmış adımlardır. Oysa karşıt değerli duyguların bize yaşattığı depresif kaygı ve acılardan kaçınmak, bizi aralarında derin uçurumlar olan, hepten iyi ve hepten kötü nesnelerin paranoyak dünyasına doğru geriletir. Bu gerçek anlamda bir gerilemedir, çünkü bir hakikat kaybıdır.