İstanbul'dan kalma kafalara iksir – 2019
Studio-X, yerel seçim, havaalanı taşınması ve bahar yorgunu İstanbul'u, bir şair ile bir görsel sanatçının refakatiyle yeniden keşfe açık hale getirdi. Kafası sürekli güzel bu kadim kentin sekiz semtinden toplanan edebî ve plastik 'fenomen'ler, 8 Mayıs'a dek, 24 saat açık bir işkembeci iksiri gibi, meraklısını bekliyor.
Halen oy sandıklarında bile paylaşılamayacak kıymetteki, bir ekmeğin iki yarısı, ekmek arası Boğaz derdindeki İstanbul’un kadim semtlerinden Kabataş’taki ‘Studio -X’teyiz. Burası, yapımı – ve yıkımı ile de – bir şaibeye dönüşen ‘Martı İstanbul‘ – Galataport bölgesinin neredeyse karşısına düşüyor.
Kurum, ABD New York’daki Columbia Üniversitesi Mimarlık Fakültesi desteği ile, bu okulun Koruma ve Planlama Birimi’nin öncülüğünde, ilgili disiplini diğer ‘aktif’ konu maddeleri ile irtibata geçiren meraklı ve eleştirel projeler yürütüyor.
Aslında orası da bir tür şantiye. Ama beyinlere, sabır ve merakla, bilimsel bir kuşkuculukla berrak yeni dünyalar ekiyor. Kütüphanesi ve konferans ile sunum alanlarıyla, alternatif bir dünya için alternatif bir kampüs havası üreten, rantiye değil, gelecek şantiyesi olmaya meyilli bir yer; Studio – X. Dünyalı müşterileri, açık olduğu gün ve saatlerde, yedi düvelden İstanbullu komşularını sessiz sedasız bekliyor. Hani âmiyane tabirle, ‘acayip kitaplar var,’ gidin çalın diyeceğim. Güvenlik, bırakmıyor.
Türkçe meali ile ‘Atölye İks’, bu kez de, yine ‘kaz kaz bitmeyecek’ bir sergiyi, son yerel seçimler ve havalimanı taşınması operasyonu vesilesiyle Türkiye’nin bitmek bilmez ilgi ve polemik kaynağı İstanbul’u yeniden merkezine aldığı ‘Birbirimizi Hak Edecek Kadar Kötüyüz‘ projesini 9 Mayıs’a dek izleyici ve katılımcıların ilgisine sunuyor.
Nicelikteki bereketini, nitelikteki nezaket ve derinlikle eşgüdümlü kılmaya çalışan, koridorlarının tam ortasında, Gezi iddianamesine dair iddialı, ürkütücü ama dobra bir kara delik açan sergi, geriye baktığımızda yine aynı çatı altında açılmış sevgili Antonio Cosentino ve Extramücadele imzalı ‘Anne Ben Beton Dökmeye Gidiyorum’ sergisinin de ‘dedektifçilik’ ruhuna sahip. Zaten bu sergiyi gezdiğiniz esnada, bu etkinliğin yayını ile başka sürprizleri de bulabiliyorsunuz. Hatırlanacağı gibi, Ali Gün Yıldırım’ın şiirleri, Nâzım Dikbaş’ın sorularıyla zenginleştirdiği 2015 tarihli çalışmada, Gezi direnişi – hareketinin ve İstanbul’un görünmez (ya da görünmemesi için elden gelenin yapıldığı) organik belleğine yönelik, plastik ve hazır yığın çıkışlı bir keşif teşhiri yaşanmıştı.
İşte, bu yeni sergide de, Extramücadele takma ismini geride bırakmayı tercih ettiğini vurgulayan Erdener’in, şair Cihat Duman ile çıktığı İstanbul gezisinde oluşturdukları ‘fenomenler’ yer buluyor. Fenomenler tabiri tamamen ikiliye ait.
Bu noktada Erdener’in kendisiyle özdeş bu takma isimden niçin uzaklaştığını, ilgili yayının arka kapak yakasında belgelediği gibi, yine kendisinden işitmek, (güncel) sanat tarihsel çizgiyi doğru koyabilmek adına uygun olabilir:
“1997’den beri Extramücadele ismini kullanarak sanat ile meşgul oluyordum. O vakit 27 yaşındaydım. Bana heyecan verecek, beni dış âlemden koparacak , her masaya oturduğumda beni kırbaçlayacak bir Lou Salome yaratmak istemişim. Yaratmışım da: Bir kadın Frankenstein idi Extramücadele. Bu sadist kadının beni çalıştırma usullerine âşık olmuştum. Entelektüel bir ihtiras ile her yanım morarmış ve kanamıştı. Yüzümdeki çizgilerin rastgele değil de, böyle bir aşk ile oluşmasını istemişim diyelim. Fakat seneler içinde, kırbaç ve aşkın ihtirası söndü. Ayrıca mücadele kelimesi kendi içinde büyük vaatler barındırıyor ve bu artık canımı sıkıyor. Ama hâlâ ikimizin arasında büyük emek harcayarak tertip edilmiş kestirmeler var. Bu ara, sokaklarda korkusuzca gezinmenin tadını kim bilebilir?”
Sergiye dönecek olursak, tıpkı üç sene önceki gibi bir kalite ve belgesellikle üretilen bu kitap/katalog ile teşhiri içinde, ikilinin, yine üzerine tek kelime eklenmeye gerek kalmamış önemli bir proje sunumu metni yer almakta. Gelin hadi, onu da okuyalım:
“Burada, arkasından konuşulması mümkün olmayan bir şehirle yüz yüze konuşmaya geldik. Algının ân’ı, belleğin ise ‘imge’yi getirdiğini bildiğimizden fotoğraf çekmedik. Biz imgeyi seçiyoruz. İçimizden, hüzünlü, mırıldanarak dertleşiyoruz. Güzelliğinden bahsediyor, bir tebessüm-i elem armağan ediyoruz tarihine. İnsan, kent ve sanat arasındaki uçurumlar bizim kurduğumuz fâni köprülerle kapanıyor. Yağmur yağıyor üzerimize, saçlarımıza, omuzlarımıza; kaldırımlara aksediyor siluetlerimiz. Kapılardan geçiyoruz bir hızla ve geçemiyoruz kapılardan başka bir hızla. Güneş gülüyor bize çatılardan azar azar. Önce delil topluyoruz, sonra karartıyoruz onları. Harfler yetmeyince çizgileri, çizgiler yetmeyince bedeni kullanıyoruz. Arkasından konuşulması mümkün olmayan şehri konuşuyoruz şehirlilerle, şehirde. Duvarlarda, mektup kâğıtlarında, sütlaç gibi olan tatlının kaymaklı yüzeyinde ve diğer yüzeylerde. İçimizden konuşuyoruz, içinizden konuşmanız yankısız kalmasın diye.”
‘Birbirimizi Hak Edecek Kadar Kötüyüz,’ sergisinin kendini bir diğer tarifi de şöyle: “İstanbul’un sekiz farklı semti için, Cihat Duman’ın sekiz farklı edebî türde yazdığı sekiz kısa yazı ve Memed Erdener’in yazılar için sekiz farklı mekânsallaştırması.”
Bu sergiye özellikle de gezici ideolojik diskoların sokaklardan temizlendiği günlerde gitmek, hiçbir işe yaramamış çok büyük bir eğlencenin ardından, kafanız kıyak biçimde, çok meşhur, eski bir işkembecide buluşarak, neler olup bittiğini anlamaya çalışmaya benziyor.
Sergideki her bir yapıt, bir parça ekmek, bir kaşık sirke, azıcık sarımsak, bolca kekik ve tuz kadar samimi, değerli, değerli, değerli. Duman’ın kelimeleri, Erdener’in kentte kaynattığı imgelere gayet kıvamında bulaşıyor. Ürettiği keyifli, neredeyse rehabilite edici el ve kelime işçiliğiyle, İstanbul’dan kalma kafalara iksir kıvamındaki bu sergide de, Cosentino – Extramücadele ikilisinin dört yıl önce çıktıkları o çocuksuluğuyla samimi ‘İstanbul keşif turu’nun izinden gidiliyor.
Hani derler ya, sen kazan, ben kepçe, işte İstanbul çorbasının tadından, bu sergide yenmiyor. Dahası, serginin bir de misafir sanatçısı, ‘yolda yeni tanışılan bi arkadaş’ı daha var: Yani lütfen, Turgut Çırpanlı’nın İstanbulkart kullanarak sekiz semt üzerinden yaptığı yorumlara, sergide özellikle dikkat edilmesi rica olunur, diyelim.
Bunun yanı sıra, Erdener ve Duman ikilisinin ‘Mektup’, ‘Makale’, ‘Masal’, ‘Oyun’, ‘Haber’ ve ‘Biyografi’ gibi ‘bitişik’, ortak yapıtlarıyla kalmıyor; Studio X’teki sergi. İkilinin tekil olarak neler yaptığına dair bonkör deliller ortaya koyuyor. Erdener’in bu kez modern olanı önceleyen, ona saygıyla, selâm veren metin-imgeleri, Duman’ın T.C. Anayasası’nı feyz alarak Studio-X’i kamusal bir alana evrilttiği yerleştirmesi, ya da yine Duman’ın, sanat tenkitçiliği müessesesi ve göstergebilimin ipliğini pazara çıkarttığı acı eleştiri soslu ‘fake news’ videosu ile, Gezi’ye kopkoyu selâm çaktığı ‘Suç ve Ceza’ yerleştirmesi, serginin idrak ‘mesele’leri arasında en başa güreşiyor. Erdener de, görsel ve içeriksel çok sesliliğini İstanbul ile bölüştüğü sergide, diyelim ki sekiz semt için ‘rindler ve Allah’ temasını bir yandan, tığ gibi kâğıtlara işlerken, öte yanda ‘millî’ kavramına da yine bu sekiz semt üzerinden türlü grafik tercümeler yapıyor.
Erdener ile Duman’ın sergileri fiziksel ve basit (öz) sınırlamalar üzerinden, üslûp ve kalitede, plastik ve kavramsal iletişim ve empatik sınırsızlığın sınavını, kamuoyu önünde şeffafça veriyor. Türkiye sanat ortamında sıkça şikâyet edilen ‘disiplinler arasılık’ meselesine, sokağa çıkmış iki çocuk samimiyetinde, pratik önerme ve tecrübelerle yanıt veriyor.
Peki, tamam, gezdin gördün; şu İstanbul’a sonunda ne oluyor diye soracaklara ise, kişisel olarak vereceğim yanıt şu olurdu sanırım: Metni imgeye, imgeyi metne düşürüp dönüştüren bu kuşkucu, verimli, kesinlikle ayıltıcı ve samimi sergide, bence en çok da Can Yücel ve Ece Ayhan geziniyor. Onlara Cihat Burak ve Mengü Ertel ile nice kalem ve fırça en serbest çağrışımlarla refakat ediyor. Gerisi, her izleyicinin kişisel hafıza ve izlenimiyle, içeriye doluşuyor doluşuyor…