Serhan Ada

Masum Yılanlar – 2013

İçi Dışı Bir ya da Bu Dünyanın Şeylerini Yutanlar

Yapan yapacağını yapmış. (Extramücadele’nin bir 30 masum yılanı bir de Gül Bahçesi [Gülistan] var.) Aklındakileri harmanlamış, yoğurmuş, fazlalıklarını ayıklamış, dizmiş, şöyle bir bakmış, bitirmiş. Yapılan bitince konu (subject, süje, yani teba) olmaktan çıkıyor. Yapan ne yapsa nafile. Orada öylece duran nesne, kaç boyutu olursa olsun, isterse elle tutulmasın, hatta gözle görülmesin, cisme bürünüyor. İçeriden dışarı çıkıyor. Kimi zaman yapanın gözünü kamaştırıyor, başını döndürüyor. Ki bu durum, üzerinde durulası değil. Asıl üzerinde durulası, düşünülesi olan yaptığını yıkan ve yakanlar. İçinden çıkanın nesne olmasıyla bir türlü iyi geçin/e/meyenler. Hatta, yaptığı yokmuş, hiç olmamış gibi davranan sahici auteur’ler.

Ya yazan, yapılanı nasıl yazacak? Karşısına geçip baktığında, kulak verdiğinde, o karşıda duran şeyi, nesneyi ne kadar kelimeye büründürse, nice kalem oynatsa içine alabilemez. Yorumlar, açıklar, anlam katar lâkin ona boyun eğdiremez, onu tebası kılamaz. Yapılanı yazan, ne etse, ne denli çabalasa, dışındakini içine alamaz. Boşuna dilimizde “üstüne yazmak” denmiyor; yazılan yapılanın üstün(d)e kalıyor. Bazen de kayıp düşüyor diye.

Yazmaya niyet ettikten sonra 30 masum yılana, defalarca, anlamaya çalışmadan, anlatmaya da çalışmayacakmış gibi, öylesine baktım. Sayfaları çevirerek. Gözümü karalardan ayırmadan, akları da aksatmadan, karşıdan ve yakından baktım. Düzden ve tersten. Öylesine. Gül Bahçesi’ni baştan sona seyrettim. Bir daha. Bir daha. Arada durdurdum. Başa döndüm. Nafile.
Yılanlara boyun eğdirip, onları kendime teba (subject) kılıp Gül Bahçesi’nde gayesiz, tasasız volta atmak mümkün olamadı. Benim dışımda kendi başlarına, sarsılmadan durmaya devam ediyorlardı.

Ne yapmalı?

Araya uzun süren bir boşluk girdi.

Rastlantıya inanmakla olmuyor. Hatta rastlantı (belki sadece) inanmayınca oluveriyor. Beklenmeyen yerden, beklenmeyen zamanda çıkıp çarpıyor insana. Kimilerine göre sanat tarihinin kurucu babası Warburg’un “Yılan Ritüeli”* karşıma çıkıverdi. Öylesine. Warburg’un sanat tarihiyle ilişkisini, hatta metnin (ne kadarı en baştan daktiloyla yazılıydı kimbilir!) neredeyse tamamen yılana adanmış olması da ilgimin merkezine oturmadı. Bilimsel yetilerini yeterince kullanamıyor diye kapatıldığı Kreuzlingen’deki klinikten çıkabilmek için bu konuşmayı yapmış olması, antropolojiden bahsedecekmiş gibi yapıp mitolojiye sapıp Rönesans’tan çıkması (ya da bilerek-bilmeyerek çıkmaması) değil, asıl kendi gördüklerinden, kaydettiklerinden bahsedecek gibi yapıp kendisine anlatılanı, nakledileni konuşmasının orta yerine getirmesi ve bunu yaparken de çağlar, temsiller, imgeler, işaretler arasında yılan misali kayıvermesi ilgimi çekti.. Rastlantı oldu.

Yılan! Beklenmeyen anda sessizce ve öldüresiye sokuveren. Görünür, izlenir gibiyken toprağa karışan. Sinsi düşman. Öyle mi? Yılan belki rastlantının kendisi.

Havva’nın aklını çelip Adem’in başını derde sokup soyumuzu ebediyyen dünya cehennem-cennetine kovduran. Şeytanın cismi. Bilgi ağacına erişmenin cezası bu dünyada müebbet ikamet. Suçların en masumuna cezaların en hunharı. Az bile. Öyle mi? Biz kovulduk. O yanımızdan, yöremizden hiç eksik olmadı.

Musa, kavmini firavunun şerrinden kurtarmasıyla (ama ne pahasına!) ünlü Musa, yılan (kitaptaki adı:nehaş* ) onları ısırmasın diye tunçtan bir yılan anıtı (nehaş nehoşet) yapmayı niye önersin? Gazabından korktuğuna tapın! Zehre kendisinden panzehir. Isırıktan, beladan, gazaptan korunmak için ısıranı baştacı yapmak! Rab’den başka kimin aklına gelebilir... Kitap da böyle söylüyor. Kendini kavmine ispata zorlanan Musa tunçtan yılan anıtı yapılması için Rab’bin sözünü tutuyor. Aradan zaman geçiyor. Yeruşalim’de (Kudüs) tam 29 yıl hüküm süren Yahuda Kralı Hizkiya, Musa’nın tunç yılanını (adı: nehuştan**, putlaştırıldığından adı böyle dönüşmüş) parçalıyor. Tıpkı diğer putlar gibi. Peki neden? Rab’bin gözünde doğru olanı yapmak için. Yaptırmayı bilen vakti gelince yaptırdığını yıktırır; yıktırmayı da bilir. Çelişki kullara mahsus. Kitap bunu da söylüyor. Kimbilir, arada bela atlatılmış olmalı.

Önce göklere çıkarılan sonra yere çalınan yaratık: Hem sürünen, hem kafasını gökyüzüne çeviren hayvan. Sıkıldı ya da sıkıştı mı yerin yedi kat altına, ölüler ülkesine giden, geri geldiğinde hangi akıl uçurucu haberi getirdiği kestirilemez varlık. Korkuyla arzuyu tek bir cisimde toplayıp da habire deri değiştiren, değiştirdikçe de aynı kalan yılan. Daha ışık, karanlıkların arasından yeni çıkmışken, “Tanrı biliyor ki, o ağacın meyvesini yediğinizde gözleriniz açılacak, iyiyle kötüyü bilerek Tanrı gibi olacaksınız”*** diyen yılanın biz fanilerin dünyasından hiç eksik olmamasına şaşırmamalı. Bizi biz yapan, dünyaya (kovulduğumuz cennetin karşısına sürgün edildiğimiz dünyayı koyunca dünya cehennem mi olur?) yollatan yılanı bir arzu, bir korku nesnesi yapıp yanımızdan hiç ayırmıyoruz o gün bu gün. Başka hangi kutsal varlık bunca büyüyü, zehri ve ilacı üstünde taşıyor? Ne kuzu, ne kuş, ne de balık.

Yılanı düşününce, tedavinin atası İstanköy’lü Hipokrat’ın ve onun tanrı-babası Asklepios’un (tıp) yılanı çağrışımı hemen geliyor. Ya kitapların sonuncusu, en bilgesi, Kur’an’da, Tâ- Hâ’da ve Araf’ta yılanın bir Musa’nın değneğine bir kendisine dönüşüp duran mucize nesnesi olmasına ne demeli? Ya sonradan yapılan sayısız temsilde, hatta İstanbul’da, Sultanahmet’teki o sütunda cennet sürgünü insanın onu yüceltirken bile başdüşmanı değnekle sarmaş dolaş tahayyül etmesine?

Warburg’un görmeyip yazdığı ve konuştuğu yılanlarsa bambaşka. Onlar, Amerika yerlilerinin
çölünün ortasında, Walpi’de, suratları boyalı ve döğmeli dansçıların ağzında en acayip dansın eşlikçiliğini yapıyorlar. En sonunda çöl ruhlarına kurban edilmeyip dört bir yöne bırakılan çıngıraklı hazretlerin görevi, yağmur duasının meleği olmak. Dansçılar, dişlerinin arasında yılanlarla döner dururken arkadaşları, dişler arasına sıkışmış biçarelerin şaşırıp yanlış bir adım atıvermesini, bir zehirli dil darbesiyle töreni yarıda bıraktırmamasını sağlamak için onların dikkatini dağıtmaya çabalıyor. Bir başka ekipse ola ki kaçıveren yılan olursa onu yakalayıp tilki postlu dansçıların ağzına geri koyuyor. Dans tamamlanınca yerliler yılanları şimşek göndermek üzere yerin dibindeki su kaynaklarına gitsin diye şimşek hızıyla çöle fırlatıyor.

Warburg, görmediği ama görenden çok araştırıp fotoğraflarını filan toplayıp içine sindirdiği bu pagan töreni anlattıktan sonra batının en doğusuna antik Yunan’daki diyonizyak orji şenliklerine, elinde yılanla trans halinde raks eden menad’lara, oradan da Rönesans sanatına kayıyor. Fakat onun kendi deyişiyle “yılanbalığı çorbası” (bu hayvana dilimizden başka bir dilde yılanın adının yakıştırıldığı vaki mi kimbilir?) uslubuyla yazıp okuduğu metni buraya kadar sürpriz içermiyor. Asıl sürpriz bundan sonra. ABD yetkililerinin okullaştırıp birörnek forma giydirerek “ehlileştirdiği” kızılderili okul çocuklarının Ondokuzuncu Yüzyılın sonunda yaptığı evimiz-çevremiz çizimlerinde yerle göğün buluştuğu ufuk çizgisinde şimşek-yılan havadan toprağa yönelen kırık ok olarak karşımıza çıkıyor. Yani, ne kadar ehlileşseler, hatta (beyaz) okul önlüğüyle tektipleşip iyi vatandaşlık yoluna sokulsalar, şimşek-yılan kültürün en dibinden silinip çıkmıyor. En sonunda da Warburg, silindir şapkalı Sam Amca’nın başının üzerindeki elektrik direği ile tellerinin şimşeğin doğadan apartılması olduğunu söyleyip işin içinden sıyrılıyor. Yılanbalığı üslubu ne de olsa, kıvrılmadan duramıyor.

30 yılana bakınca, zamane şahmeranını, yılanların ecesini görmek mümkün. Bizim buraların, Tarsus’un, Mardin’in putperest öz kızı. Sultan sıhhat bulsun diye ihbar edildikten sonra bir de eti yenen o güzelim şahmeran. İntikamı kimbilir hangi zamana havale edilmiş kıssasıyla değil, güzeller güzeli, rengârenk görüntüsüyle imge fakiri dünyamızı şenlendiren varlık. Memed’in yılanları bu güzel varlığın akılla büyü arasında kıvrılan endamını çağrıştıran binbir suretiyle bir “şeyler şenliği” halinde gözlerimizin önünden geçit yapıyor.

Dahası var. Bu 30 yılan süt içmekle, hayvan namına ne varsa gövdeye indirmekle yetinecek gibi değil. Dünyaya dair ne varsa yalamadan, çiğnemeden, parçalamadan bütün bütün yutuyor. Uçaktan, fabrikaya, makastan, testereye, ağaca, çiçeğe. Hani “içi dışı bir” derler, öyle. Bütün nesneleri tek tek içine aldıktan, dünyanın şeyini tükettikten sonra yeni bir dünyanın kurulmasını dilercesine. Tüm bunlarla, etrafımızda görünen, görünmeyen, olup bitenle “bir” olursa Gülistan yeniden olacakmışçasına. Karşıdan baktığınızda derisinin altındakini, sevgiyle içine aldıklarını gösteren içi dışı bir olabilsin diye dışıyla içini eşitlemiş bu güzel varlıkların her birinden muska yapıp tüm belalara, namussuzluklara, ihanete karşı boynunuza asacağınız geliyor. Zehrin ta kendisi panzehir oluyor.

Bir de sanatçının, yapanın dünyası var. Hadi o dünyayı da bir kabalık yapıp iç ve dış dünyalar diye ikiye ayıralım. Her yapılanda bu ikisinden de parçalar ayıklanabilir, iç dünya parçaları bir yana, dış dünya parçaları bir yana ya da altlı üstlü dizilebilir diye işin içinden sıyrılalım. Kolaysa! Kolay değil. Nesneleri, etrafımızdaki şeyleri, bitmek bilmeyen yalanı, çirkinliği kemali afiyetle yiyip bitirip, işinin tebası yap(a)mayan sanatçının iç dünyasından, konu (subject) niyetine ne çıkar?

Extramücadele, her türlü güzellik ve çirkinliği, ıvır zıvırı mürekkebe bulayıp yılanın gövdesine süs yapmış. Şimşeği getirsin diye çölde göğe fırlatılan engerekler misali, 30 yılan, yapanın bundan sonra yapacaklarında başka şeylerin geleceğinin habercisi mi? Cevapsız soru. Cevapsız olması, sorulmasını büsbütün gereksiz kılmıyor.

En başta demiştim.Yazanın yapılanı yazması imkânsız. Yapılanı ne kadar içine almaya kalksa, o kadar onun dışında kalmaya yazgılı. Hatta en çok açıklamaya, yorumlamaya, daha bilgiçce ve karşıdan değil tepeden bakarak söyleyelim “anlamaya” kalktığı anda en dışarıda kalıveriyor yazı. Yapılan bir kez bitti, yapandan çıktı mı içine başka şeyi, kimseyi kabul etmiyor. Konu, tebalıktan çıkıp kendi başına nesne oluveriyor. Ondandır ki, auteur kısmı yaptığına tebelleş olmuyor. Yaptığının özgürlüğüne saygı duyuyor.

Yapılanı yazabilmek belki onu parçalamadan yutabilecek yılan olabilmekle mümkün. Belki.


  • Tevrat, Çölde Sayım (21:4)
  • Ibid., Krallar (18:4)
    ** Ibid, Yaratılış (3:5)