Extramücadele ile konuşuyor – 2010
ME: Öncelikle futboldan başlamak istiyorum. Biliyorsun lig başladı. Farkettin mi büyük futbol takımlarının yenilgisi alt sınıfların erkeklerinde bile rahatlama değil aksine huzursuzluk yaratıyor. Güçlünün kaybetmesi her sınıf için, zengin ya da fakir farketmiyor, ürkütücü. Neden sence?
Extramücadele: Efendim… İnsanın götü başkalarının boklarıyla dolu. Başkalarının bokunu taşıyor insan. Kurtulmanın tek yolu başkası olmak. O zaman da BEN boka gidiyor.
ME: Hemen finans sektörüne geçiyorum. Forbıs'da okudum "ekonomik gelir arttıkça, ekonomik geliri artan kişilerin boklarındaki zararlı bakteri sayısı hızla düşüyormuş".
EX: Çok ilginç! Bak, bana da bankada söylediler: "zenginlerin boklarını tazeyken yiyen fakirlerin kredi kartı borçlarında ufak da olsa pozitif kıpırdanmalar farkedilmiş". Enteresan değil mi?
ME: E o zaman ne yapacağız? Böyle gidecek mi? Bittiğini nasıl anlayacağız? Bir ipucu var mı? Peki en başta amacımız neydi? Onu hatırlayan? Sen mesela hatırlıyor musun ne için yola çıktığını?
EX: İnsan bir şey yaparken aslında yapılan bir şeyin parçası oluyor. Eskiler, külli irade ve cüz'i iradeyi açıklarken ebru örneğini veriyorlar. Boyaları cüz'i iradenizle usulüne göre atarsınız, gerisi onun yani külli iradenin bileceği iştir. Mesela, kuyruksuz bir köpek yaşayabilir ama köpeksiz bir kuyruk asla.
ME: Güzel bir örnek. Kişinin iradesini ikiye bölmek ve bireyden yaradana taşımak. Böylece bireyi olaylardan mesul konumundan bir parça uzaklaştırmak. İlginç. Gayet uhrevi ve gayet yeni bir bakış açısı. Peki, mesela demin anlattığın anekdota benzer, hayatta karşılaştığın bir şey var mı?
EX: Geçen sene sanırım, Nişantaşı'ndan aşağı iniyordum Cizre'ye doğru... Birden, yanımdan yoksul bir orospunun ilaç parasını çalan iyi kalpli bir anne geçti.
ME: Nişantaşı ve Cizre nasıl da birbirlerine uzak ve benzersizlerse… aynen bir anne ve bir çocuk arasındaki durum da Nişantaşı ve Cizre’nin benzersizliğine benziyor. Çocuklara bakınca özgürlük görüyorum ben. Çocukların ganimet meraklarının nereden geldiğini ise anlayamıyorum. Ganimet ve özgürlük bana Avrupa'yı hatırlatıyor...
EX: Avrupa deyince şu aklıma geldi. Şöyle demiş GDO’lu domates: "Meğer senelerdir koynumda akrep besliyormuşum". Hahahaha!...
ME: Popopo nedir yahu? Hep görüyorum senin sergilerinde, orada burada.
EX: Popopo: Politik+Pornografik+Poetik bir medya formülü. Biliyorsun TV, şiddet ve duygu istismarı dolu. Pornografik yayın politikası bu. İzleyicinin bu şiddete aşık oluşuysa, gözyaşartıcı bir şekilde Poetik. Şimdi popopo’yu boş ver de geçenlerde bilimadamları açıkladılar, insanlık için değil de şirketler ve ticaretin gelişimi için çalıştıklarında çok daha faydalı oluyorlarmış. Sonra da açıklamaya devam etmişler: “Bilim, sanat ve teknoloji ticaretin emrine girdiğinden beri kendimize olan saygımız arttı, büyüdü" demişler.
Mesela bi rüya görmüştüm bi ara… Karanlık basmış, ben ormanda kaçıyorum arkama bakmadan. Yaptığım kötülükler, hasislikler, heyula ve kör bir iblis olmuş peşimde beni kovalıyor. Fakat sonra dev bir kara türbanlı kadın şöyle bağırıyor ormanın derinliklerine: “Aylaklık, yüzyıllar sonra cool bi edayla geri dönecek şehirlere, sokak aralarına, mutfaklara ve yatak odalarına...” Birden uyandım! Her anlamıyla pastoral ve dini bir uyanış oldu tabii.
ME: Fakat benim aldığım son haberlere göreyse "ansiklopedi ve pedagoji ticaretin emrinden çıkacak ve aile kurumu için çalışmaya başlayacaklarmış."
EX: Dostum, çözüm magazinleştirilmiş bir tür komünizm mi acaba? Yani daha da açarsak, örneklersek, şöyle bir şey mi acaba? Bir tür Komünist Magazin! Carla Bruni ya da Naomi veya Kate Moss maden işçileriyle takılıyorlar. Ve çok şey değişiyor. Yani kurtarıcı olarak “güzellik”i konumlandırdım farkındaysan. Sınıflar arası uçurumu güzellik kapatıyor bu teorimde. Mesela bu bağlamda, daha ayrıntıya girersek Hürriyet’in Kelebek eki komünist ve toplum dönüştürücü bir yayın gibi ele alınabilir.
ME: Peki sokakların ve tribünlerin, gecenin ve sünnet düğünlerinin ve toplu taşıma araçlarındaki ter kokusunun ve yılbaşında Taksim meydanına doluşan binlerce erkeğin ihtiyacı olan şey, kişi nedir? Kimdir biliyor musun? Bir Kadın Despot! Büyük ve muktedir bir kadın despota ihtiyacımız var. Tüm Anadolu’nun ihtiyacı.
EX: Bir dakika! TV’de altyazı geçiyor: Bundan böyle artık sadece ihtiyaç duyulduğunda yeni bir ürün tasarlanacakmış ve sadece ihtiyaç duyan gidip alacakmış. Hoppalaaa!
ME: Ben de pencereden dışarıyı seyrediyordum tam o sırada. Şuradaki lisede, avluda, görüyor musun? Gel bak. 13 yaşında bir kız çocuğu. Müdürün HAZIROL! haykırışıyla dimdik, ayakta bekliyor. Gözleri kartal gibi keskin bakıyor. Bak bak! Gördün mü?
EX: Görmez miyim! "Cehaletin bu kadarı ancak tedrisatla olur" demiş biri.
Açık pencereden sarkar ve dışarı bağırır Extramücadele:
EX: Cahil adam! HAZIROL!
Tekrar koltuklarına otururlar, bir süre aylak aylak etrafa bakındıktan sonra…
ME: Fikir dolu kafadansa bira dolu işkembe. O işkembeyle dil çözülür, ayıkken söyleyemediklerini yumurtlar.
EX: “Dil”i geçmişe ve geleceğe açılan köprülerle inşa edilmiş Ahmet Haşim'in ne güzel kitabı, Apple laptop'ın fontlarıyla tasarlanamıyor farkında mısın? Taşradaki tabelacının hala benliğinde, hafızasının derin diplerinde olan, fakat laptop'ın fontlar menüsünde olmayan nedir? Belki de iki kuşak sonra, adımızın latin harfleriyle yazılı olduğu mezar taşlarına bön bön bakacaklar gelecek kuşaklar.
ME: Biraz da doğu ve batı üzerine konuşsak. Doğu ve batı. Güçlü ve fakir. Nasıl görüyorsun?
EX: Ooooh… Bizim konumuz. Düvel-i Muazzama, toprağı zengin, cebi fakir Doğu'yu, tam karşısında hem de anadan üryan görünce, hiç duraksamadan yaklaştı. Doğu bayılıverdi oracıkta. Öylece yatan Doğu büyük bir haç gördü hayalinde. Haçın solunda FAKİRLİK, sağında ZENGİNLİK, üstünde AKIL, altındaysa KORKU yazılıydı.
ME: Arkadaşım Antonio Cosentino diyordu, oradan aklımda kalmış. Sokak sanatçılarının İstanbul'da duvarlara ingilizce yazılar, şablonlar, grafitiler yapması ne kadar da cool değil mi?
EX: Şunu unutmamak gerek, virüs ve bakteriler mukus tabakayı delerek hücrelere giriyor. İlk işleri hücreleri birbirlerine borçlandırmak. Ve yine hatırlatırım ki, geniş spektrumlu antibiyotikleri doktor tavsiyesi olmadan, gereksizce ve bol bol kullanın. Tavsiye edin. İçin. İçtirin. Susuz yutturun. Ya da başka bir konu ama söylemeden edemeyeceğim, kulak zarınızda gerginlik varsa, iltihap sonucu oluşan cerahat orta kulağı dolduruyorsa, minör rezistans politikasının ilk evresindesiniz.
ME: ???... Hayvanları çok seviyorum ben. Sokak kedilerini, köpekleri mesela. Dikkat ettin mi, sokaktaki kediler, köpekler naylon poşet taşımıyorlar. Biriktirmiyorlar. Yiyeceklerini saklayacak buzdolapları da, sağlık sigortaları da yok. Neye güveniyorlar? Ya da onlara neden bizim içimizdeki KORKU salınmamış?
EX: O zaman yine “Komünist Magazin”e geri dönelim: “Evlerdeki kayıntı dolu dipfrizler sokaktaki açların kurtuluşudur! Dipfrizlerin adaletsizliğe isyanı. Dipfriz liderliğinde komünizm! Hemen!”
ME: Tatlı ananem hayattayken “Ters duran terlikte Şeytan namaz kılar. Aman evladım terlikleri düzelt” derdi meleğim. Onu hep çok sevmiştim.
EX: Tabii ki “Komünist Magazin” islam ile de barışmalı, mesela şöyle şeyler yapılmalı. Bir misal, bir bayram promosyonu müjdeleyen bir TV reklamı mesela: “Yeni yıla girerken her kredi kartı alışverişinizde, tam kart makinadan geçerken, DESTUR diyiniz. Kredi kartı faizsiz işliyor.”
ME: Kusura bakma seni dinleyemedim. Aklım ananemde kaldı. Oradan da geçmişe, hatıraların derin çukuruna düştüm. Biliyor musun aslında GEÇMİŞ, yaşanan anın ardındaki olduğu gibi, tam da şu anın içinde de olan şey. GELECEK diye bir bölge ise tabi ki yok. Hurafe ve hayal ürünü. Mesela geleceğe dair plan yapıldığında ŞİMDİ’den uzaklaşılıyor. Zaten çoğunlukla anlamsızdır ŞİMDİ. Ya bir hatıraya ya da bir plana ihtiyaç duyar. Bir tepeciktir ŞİMDİ. Üzerinde durabilmek zor ama yine de bazılarımız için mümkün olan. Fakat aklımızdan bir düşünce dahi geçse kalamayız o muhteşem ve anlamsız yerde. Duramayız ŞİMDİ’nin üzerinde.
EX: Bilmiyorum… Duydun mu, Diyarbakır'a Tobleron fabrikası kurulacakmış.
ME: Onu bırak da doğru haber mi, güzel haber mi sence?
EX: Şeyh Bedrettin şöyle diyor: “Gerçek, halka açıklanamaz. Açıklanırsa ya yollarını sapıtırlar ya da o gerçeği söyleyeni suçlarlar. GERÇEK ve HALK ayrı ayrı gözetilerek birbirlerine alıştırılabilirler. Ama herhalde halk gerçeğe alıştırılmalıdır.”
ME: Öldü mü Şeyh Bedrettin?
EX: Ölmez mi? Bir gün hepimiz tadacağız o imbikten. O da bir serüven. Ölümden Sonraki Serüven: Tabut şeklinde bir uzay gemisi düşün. Öylece durarak, çürüyerek, yok olarak ışık hızına çıkıyor. Bilmediğimiz galaksilere doğru ışık hızıyla gidiyor... Toprağın altından.
Derin bir sessizliğin ardından ikisi de ölümü düşünmeye başlarlar…
EX: Şeytan tevbe edenle uğraşıyor. Işık hızındaki ölüm, toprağın altında gezegenleri ve alemleri bir bir kat ediyor.
ME: Uyuyor. Derinlerde... Ülkenin bilinçaltı çukurlarında. Kimsenin inmek ve görmek istemeyeceği binlerce berbat çukurda uyuyor tek başına.
EX: Kim?
ME: Harf Devrimi, 1928. Hepimizin, toplu bilinçaltımızın en dibi. Oradan öncesi yok. Karanlık.
Susarlar…
EX: Ezbere istiklal marşı yarışmasını Beyoğlu'nda bir Rum okulundaki Rum öğrenci Marina kazanmış duymuş muydun? İl birinciliği yarışmasıysa 17 Şubat'taydı. Noldu kimbilir?
ME: Yine “dil”e dönsek. O büyük nimete.
EX: Nimet ne güzel sözcük. Bak şimdi… Ananelerin ve dedelerin kullandığı kelimeleri, deyimleri, onlara has benzetmeleri, nidaları yazmalı, not etmeli. Çünkü dil, ortak mucizemiz. Ardından sokağa bakmalı, esnafa, travestilere, anarşistlere ve lümpenlere. Bakalım yarınki dil için neler yumurtlamaktalar? Tam da şu an? Neler uyduruyorlar? Çünkü aslında tüm görsel sanatlar, edebiyat, tiyatro ve mizah ve hatta reklamcılık, finans sektörü ve pazarlamacılık, hepsi ortak bir dil.
Ağzımızın içindeki şu 100 gramlık, hareketli, kıvrak, pembe et parçası. Oltaya gelmiş bir balık gibi çırpınıyor, uğraşıyor, dil döküyor. Unutmamalı ki önce SÖZ vardı. Dolayısıyla akıldan sonra dil davrandı ilk.
ME: Eğitime Hayır! Disipline Evet!
EX: Duyuyor musun dışarıdan gelen müziği?.. (harika bir Münir Nurettin parçası çalmaktadır) Geniş kanatları boşlukta simsiyah açılan / Ve arkasında güneş doğmayan büyük kapıdan / Geçince başlayacak bitmeyen sükûnlu gece…
ME: “Dönülmez Akşamın Ufkundayız” 100 sene evvelden gelen yaşlı bir melek gibi sarıp ısıtıyor insanın içini. Seni seviyorum Extramücadele.
EX: Ben de seni dostum. Bakma sen iyi takılıyoruz… İmparatorluğun şefkati var bu şarkıda. Arap harfleriyle türkçe yazılmış, binlerce kitapla dolu, boş bir kütüphanenin hüznüyle birlikte. Bülent Ersoy yorumu en güzeli. En içtenini o söylüyor. Kendinden vazgeçmiş bir beden söylüyor.
ME: Keşke hayat şu anki gibi olsa hep. Yahu baksana, geceleyin herkes uyurken vanaların başında kimler var? Ayarlarımızı kimler bozuyor?
EX: Kısa bir hikayeyle cevap vermek isterim sana, çünkü güzel bir metaforla sordun sorunu:
Rota, merkezden kapalı bir zarf içinde gelir. Kaptan yırtar açar zarfı. Gidilecek yön tüm kerterizleriyle birlikte yazılıdır o kağıtta. “Rotaya uyanı s.keyim” der kaptan. Merkezin kapalı zarf içinde gönderdiği mektubu kaptan köşkünün aralık camından dışarı bırakır usulca... Neyse ki güzel bir öykünün içinde olduğumuzdan kısa bir süre sonra aynı rüzgar aynı aralık camdan içeri bir sürü hayal getirir... Daha ne ister ki kaptan, altında gemisi, aklında hayalleri, arkasında rüzgar. Artık biliyordur merkezin kapalı zarfıyla işinin olmayacağını. Kaptan bundan böyle, yolculuğu doğru ya da yanlış diye tanımlamayacaktır. Yolculuk, tüm sıfatlarından kurtulmuş önünde duruyordur artık. Pek az insana nasip olan bir mutluluğa sahip olduğunun farkında mı acaba kaptanımız? Umarız öyledir. Gemisi de çok güzel.
Çoğu geminin kaptan köşkünde çiçek fışkırmış saksılar vardır. Hatırlıyor musun? Gözünün önüne geldi mi? Mutlaka görmüşsündür. Cennetten bir bahçedir çoğu... Bir yere gitmekten çok, hiç bir yere gitmeyecek kadar emin bir şekilde yerleşmiş gibidir kaptanlar o köşklere. Seyahatin içine yerleşmekten bahsediyorum. Yolculuğun içinde yaşamaktan... Hareket halinde olan, gitmekte olan bir güzel gemide, hiç bir yere gitmeden ve her yere gidebilen bir kaptandan bahsediyorum.
İşte sanat böyle bi şey dostum.
Bir süre tatlı, huzurlu ve mutlu bir sessizliğin ardından…
ME: Gece hayatımın bitmiş olması beni mutlu ediyor. Mina Urgan da kitabında seks hayatı bittiğinde kendini daha huzurlu hissettiğini yazmıştı.
EX: Vücudun içindeki organlar sandığımızdan çok daha fazla hareket ediyorlar. Beyin ve cinsel organ gün içinde bir kaç kez yer değiştirebiliyor. Vücudumuzun içinde yer değiştiren organları derinlemesine araştıran tıp uzmanları en sonunda şu sonuca varmışlar: Bazılarının aklı s.kinde.
Aklın s.kte bulunması, birbirinden bir hayli uzak iki farklı duyguyu yan yana getiriyormuş: Bir gorilin heyecanı ve bir filozofun pişmanlığı. Heyecanlı bir filozof mu yoksa pişman bir goril mi? Yanıt vermek zor. Heyecanlı bir filozofla seviştikten sonra pişman bir gorille karşılaşılırsa ne konuşmalı? Aklı s.kinde olanın cevaplaması gereken soru bu.
ME: Biraz da “Infantilism”den bahsedelim. Mesela 3 yaşındaki tatlı çocuk, oyuncak tabancasıyla ateş ediyor. Ateş ederken ağzıyla yaptığı ses: "PUF!" Infantilism'in aygıtları Star Wars, Lord Of The Rings, Avatar, Batman...
EX: Sahici bir meclis olsa içinde esnaf, işçiler, işsizler, kadınlar, anarşistler, eşcinseller, travestiler, lümpenler ve umursamayanlar olurdu. (Extramücadele birden ayağa kalkıp bağırır) Heyyy! Hayatta aradığını bulamayanlar, kaybedenler, sefiller, zavallılar, psikolojik sorunlular, tabii ki çirkinler ve bilhassa fakirler! Meclise!
Düvel-i Muazzama: Yakışıklılar, fitler, baştan çıkarıcılar, güzeller, kendini baştan sona yenileyenler. İşte yeni işgal kuvvetleri. Esnafı, işçiyi, işsizi, kadını, anarşisti, lümpeni ve umursamayanı işgal etmenin tadı ve hazzı ve çekiciliği doğurdu yeni Düvel-Muazzama'yı. Şimdi s.k.şicek ya da biraz önce s.k.şmiş, fakat seninle asla s.k.şmez gibi duran biri varsa karşında, dostum bil ki o bir Düvel-i Muazzama. Düvel-i Muazzama'ya karşı çirkinler ve fakirler arasında bir çete savaşı. Karanlık mahallelerde ve plazalarda aynı anda başlayacak olan.
Seksi bir işsiz ve fena halde kışkırtıcı bir fakir. İnsanın içini gıdıklayan bir psikolojik sorunlu ya da cüretkar tavırlı bir sefil. Düvel-i Muazzama'nın dev ereksiyonla fışkırması için her sağanak yağmurda ölenlerin dere yataklarına yapılmış gecekondu mahalleleri yetmez.
ME: Off! Dur bi dakika. Çok dağıldık. Sonuçta bir grafik tasarım dergisi sayfaları içindeyiz. Al sana soru: Yazarın adı kitabın adından büyük olan kitap kapakları okura ne demek istiyor?
EX: Hımmm… Yazan ve yazılan arasındaki ters orantılı ceberrut münasebet. Yazdıklarıyla büyüyen yazar. Yazarı büyüdükçe küçülen kitap. Yazar ve kitabı arasındaki bu "acaba hangisi daha önemli ve daha büyük?" kavgasınının tabiidir ki kabahati pazarlama inzibatlarının.
Kusura bakma yine başka bir konuya atlayacağım. Levent'teki Safir isimli gökdelenin en üst katından İstanbul'a bak. Cehalet, açgözlülük ve saldırganlığın katlettiği şehri gör lütfen. Safir'in 56. katından İstanbul'a kuşbakışı bakarken İstanbul'un nasıl tekrar işgal edildiğini göreceksin büyük beton tarafından. Yeni bir isim vermek gerekse Yahya Kemal'in Katledilişi Blokları demek isterdim Maslak civarına. "Sana dün bir tepeden baktım azîz İstanbul".
Yahya Kemal'in vefatının ardından İstanbul’un da üzerine betonu döktüler. Büyük Beton Zaferi!
ME: Al sana Yahya Kemal’den: “Gözlerden uzaklaşınca dünyâ, binbir geceden birinde gûyâ başlar rü'yâ içinde rü'yâ.”
EX: Ne ahenk. Biliyor musun, Alibeyköy'de kırmızı ışıkta arabalara su satan çocuklar yeşil ışıkta Haliç kıyısındaki parkta salıncakta sallanıp kaydıraktan kayıyorlar. Kırmızı ve yeşil ışıklı bir direk bile bu köle çocuklara çobanlık edebiliyor. Sokakta ebeveynsiz disiplin gerekliliği diyorum ben buna. Bu tür noktalar için çocukları teskin edici, pedagojik trafik işaretleri tasarlamak gerekir herhalde.
ME: Eğitim değil ama disiplin şart!
EX: Evet, bunu bir defa daha demiştin. Bütün çocukları kurtaracak bir kahraman. Nerede? Ve ne zaman gelecek? Nereden inecek ovaya ve önce hangi şehire? Ya okulların korkunçluğu? Onları birer okuldan çok birer gri hapishaneye, islahevine benzeten zihniyet, kahramana hesap verecek çocukların önünde. Bu okul müdürlerine “artık çobanlığı bıraktıklarına ve herkesin tüm gününün bir teneffüs olduğuna” dair and içtirilecek çocukların önünde. Teneffüs tüm bu küçük insanların, tüm bu fevkalade evlatların, tüm bu minik meleklerin yüreklerinde esecek. Sadece kendileri olacaklar artık.
ME: Müdürler, sıfırcı matematikçiler, dayakçı beden hocaları, ense tıraşı meraklısı müdüranımlar, tüm bunlardan zevk alan sadistler. Çocukları sizin elinizden kurtaracağız.
Uzun bir sessizliğin ardından TV’ye çok güzel bir kadın şarkıcı çıkar. Klip çok seksidir.
EX: Yaşadığımız çağda insan, artık karşı cinsten çok nesnelerden tahrik oluyor. Araba ne güzelmiş.
ME: Kadınla erkek arasındaki sorunlar ne erkekten ne kadından kaynaklanıyor. Kadınla erkek arasındaki problem eşyalar.
EX: Bak şimdi. Babam bakan olsa, ben de o bakanlığın açtığı ihaleleri alan şirketin sahibi olsam. Kazandığım parayla dev Türk bayrağı diktirsem. Ya da karımın babası İstanbul belediye başkanı olsa, ben de inşaat şirketlerimin başında olsam, her yana beton döksem, İstanbul kazaaan ben kepçe.
ME: Bunlar olabilir şeyler büyük düşünmeliyiz tabii ki babalarımızın da biraz daha cevval davranması gerekebilir.
EX: Ardından bi sarışın şarkıcı karı alsam. Umreye gitsek beraber. Yurda döndüğümüzde kendi arzusuyla örtünse TV starı, sarışın, şarkıcı zevcem.
ME: Her şey ne güzel, ne karlı ve ne uhrevi olabilirmiş.
EX: Veyahut, mukaddes değerlerimize saldıranları bir bir ifşa eden bir gazete mi çıkartsaydık acaba?
ME: Bir yerlerde bir yanlış yaptık fakat inşallah geç kalmadık.
EX: Ya dün gece… Bak noldu! Gece yatmadan hanımla makineli tüfeği açık bıraktık, rahaaat bi uyku çektik. Ratatatatata!.. Sonra da Libido ile Militarizm arasında ter içinde gezinirken yine hanımla dün gece... Leopar desenli kamuflaj kıyafetini keşfettik.
Yine uzun bir sessizliğin ardından…
EX: Şöyle bitirmek isterim dostum, şu röportaj mevzunu. Lautréamont’un harika dizesiyle, sanki bizi güzel anlatıyor: "Kıyı boyunca dört nala gidiyor atlarımız, sanki insan gözünden kaçarmış gibi"