Özgürlük İlkesi – 2010
I
‘herkes denen o tuhaf kalabalık’
Herkes kendi ülkesini seçer, coğrafi ülkesini değilse de, kendi hayal ülkesini, rüya dünyasını.
Herkes kendi atalarını seçer, kendi yoldaşlarını, kendi zihinsel arkadaşlarını –ister Picabia, ister Dylan, ister Lautréamont. Ve der ki ben babamın soyundan değil, dadanın suyundan geliyorum: Kıyı boyunca dört nala gidiyor atlarımız, Sanki insan gözünden kaçarmış gibi. Ve istediği zaman hiç geciktirmeden der ki, sıkıntı bastı, ya hava fazla sıcak, ya da ben kalın giyinmişim. Oktay Rifat’ın dediğini dinler, bir havalandırma hareketine katılır, birkaç kat soyunur, kendine gelir.
Herkes ne iş yapacağını kendi seçer. Her sabah uyanıp aynaya baktığında, aynanın çerçevesini nasıl doldurduğuna, etrafındaki boşluğun omuzlarına nasıl indiğine, durduğu yerde hareket edişine baktığında ne iş yaptığını görür.
İnsan bir gün uyanır, masasına oturur, balkon parmaklığına bir karga konduğunu hisseder, karga balkondan dışarı, çatılara ve gökyüzüne doğru gaklar -yeni bir sabahın seslerinin, yoldan geçen birkaç arabanın, uyuyamamış bir delinin kendi kendine konuşmalarının, ilk vapurların sesini bastırarak. İnsan ürperir: karganın sesinde karganın her şeyi vardır, insan kendi kendine düşünür: Demek ki ben konuştuğumda da benim sesimde benim her şeyim var o zaman. Nedir karganın her şeyi, nedir benim her şeyim?
II
“ismine hep demeye alıştığımız tuhaf zaman”
Geçmiş, günlük hayatın gölgesinde yaşar, ama bazen şimdinin berraklığıyla çıkar gelir.
Bazı olaylar hiçbir zaman tam olarak geçmez, tam olarak silinmez, zamanla zihnin malzemesi haline gelirler. Olay, kavşağında durduğu güçler, arzular ve eksiklikler tarafından tekrar tekrar yargılanır, gözden geçirilir, ve yeniden giydirilir.
Güneşli bir günün öğleden sonrası, İstanbul banliyölerinden biri. Artık neredeyse genç sayılabilecek iki çocuk, tren istasyonundan eve doğru yürümektedirler. Dünyayı anlamaktadırlar, ama bir parçası olduklarından emin değildirler. Küçük olan belki daha rahattır. Büyük olan onun sorularını cevaplar.
Yokuşu çıkarlar, en üst noktasından oturdukları apartmanın olduğu sokağın başı görünmektedir. Küçük olanın şundan şüphesi yoktur: birazdan evde olacağız.
Ama yokuştan aşağı yürürlerken büyük olan durur. Ani bir hareketle olmasa da, durur. Küçük olan, büyük olanın yaptığı herşeyin bir sebebi olduğunu bildiğinden bekler. Ama bir süre sonra birşey söylememek zorlaşır: “Haydi gidelim.”
Küçük olan bir anlığına nerede olduklarına, nasıl bir resmin ortasında yer aldıklarına bakar: Asfalt bir yolun kenarındaki tozlu geniş kaldırım, arada bir geçen arabalar ve otobüsler, yokuşun bittiği yerde bir manav, sağda tren yolu ve ağaçlar ve daha ileride deniz, solda ise iki-üç katlı apartmanlar, lüks apartmanlar, villalar. Açık gökyüzü, güneş, serin bir esinti, güzel bir hava.
Büyük olan küçük olana bakmaz bile. Küçük olan zaten yumuşak bir sesle başlamıştır konuşmaya, ama anın ağırlık ve ciddiyetini hissederek daha da yumuşak konuşmaya çalışır: “Sonra yine geliriz”, “Eve fazla birşey kalmadı zaten”, “Eve kadar dayan.”
Büyük olan küçük olana döner ve gülümsemek için zorlar kendini, sıkıntısı her halinden bellidir. Belki sen git der, belki hiçbir şey demez. Ama küçük olan, seçimini, niyetini ve ne düşündüğünü açıkça anlamıştır.
Küçük olan büyük olanı bırakıp yürümeye başlar. Manavı geçene kadar durmadan ilerler ama ikinci yokuşun yarısına gelmeden dönüp bakar. Büyük olan hala orada, aynı yerde durmaktadır.
Hareketsiz, neredeyse kasılı, içine dolmuş bir sıvının kalın cildini patlatmasına izin vermemek için bütün dikkatini toplamış hali hiç değişmemiştir. Küçük olan düşünür ve hisseder. Aklından neler geçiyor. Ne fazla geldi. Niye artık devam etmek istemedi.
Küçük olan, büyük olanın yüzündeki ifadeyi, perçeminin alnına düşüşünü ve hafif terli, yeni çıkmaya başlamış bıyıklarının altındaki, anlaşılır bir ifade oluşturmaya kalkışmayan ağzını görebildiğine emindir.
Büyük olan saatler sonra, hiçbir şey olmamış gibi eve döndü. Hiçbir şey olmamıştı zaten. Kaldırımın ortasında dakikalarca, belki saatlerce kıpırdamadan durmak yazılı bir kurala aykırı değil.
Küçük olan ise büyük olana olup biten üzerinde düşünmeye devam etti. Hem durmasını, hem de onu durduran sebepleri. Şunu hissediyordu: bunu o yapmamıştı, başkaları ona birşey yapmıştı.
III
“herşey denen tuhaf toplam”
Marshall McLuhan, Medyayı Anlamak adlı kitabında, Narkissos mitinde önemli bir inceliğe işaret eder: Genç Narkissos sudaki yansımasına aşık olmuştur, ama suda gördüğünün kendi görüntüsü olduğunu bilmez: Narkissos, bir başkası sandığı kendisine, kendi görüntüsünün bir yansımasına, uzantısına, tekrarına aşık olmuştur. Bu aşk, algısını köreltir ve kendini dış dünyaya kapatır. Bir şey bulmuş, diğer herşeyden vazgeçmiştir –ilk anda mükemmel uyum içindeymiş gibi görünen bu ikili düzen, zamanla gücünü kaybedecek ve dağılacaktır.
Şimdi, geçmiş ve gelecek aynı nehirde akıyor. Bir yerde bir evde bir çocuk, duyduğu sirenlerin sesiyle uyanıyor ve hazır olda durmak için salona koşuyor. Bir başka yerde bir başka çocuk, tören alanında dizili duran öğrencilerin oluşturduğu geometrik kütlenin dış kenarlarından birine düştüğü için sıkkın, biraz ileride başka öğrencileri taciz eden, kaşları yerçekimi kanununu altüst edecek derecede yukarı kıvrık muavinin kendisine de sataşıp sataşmayacağını düşünüyor. Bir spor salonunda bir beden öğretmeni, tüm öğrencilere eşofmanlarını indirmelerini, don kontrolü yapacağını emrediyor. Bir başka yerde, büyükçe bir kasabada, hiçbir zaman hiçbir şeyden korkmamış bir adam, elindeki sakatlığı hala hiç kimse görmesin istiyor.
Başa dönelim. Herkes istediğini görür. Herkes istediğini duyar. İsterse herşeyi baştan yaratmak üzere harekete geçer. İster frene basar, ister dikkatli kullanır: Picabia’nın dediği gibi, kafamız içinde düşünceler hareket etsin diye yuvarlaktır.